Bilimselliğimiz 3

05.09.2018 | Yrd.Doc.Dr. Ümit Ünver
gembaakademi.com

 

(Yazı Dizisi: 03)
Geçen yazımızda bilimsel yayın tarihinden ve bilimsel yayınların niteliklerinden bahsetmiştik. Günümüzde, güzel ülkemizde bilimsel yayın yapılmasının gerekliliği akademik çevreler tarafından kısmen anlaşıldı fakat bunun nasıl yapılması gerektiği ve geçiş sürecinin nasıl olması gerektiği hala makul bir şekilde ortaya konamadı. Günün birinde, otoritelerimiz akademisyenlere Pat diye (!) “Bugünden itibaren şu kadar yayını olmayan akademisyen, akademik derece alamayacak” dedi. Akademisyenlerimiz de ne yapsınlar, yayın yapmak için canhıraş bir mücadele içine girdiler. Ne mutlu ki bazı akademisyenlerimiz konuya hemen adapte olabildiler. Ancak bazıları pek o kadar şanslı değildi. Gönderdikleri yayınlar bir türlü kabul olmuyordu ve zaman zaman birçok hocamızdan duyduğumuz “Yabancı dergiler sırf Türk olduğumuz için bizim yayınlarımızı kabul etmiyorlar” klişesini dillendiriyorlardı. Gerçekten bilim camiasında bu kadar ırkçı bir yaklaşım var mı? Bu konu tartışılır ama gerçek şu ki birçok akademisyenimiz bilimsel makale yazmakta çok zorlanıyor. Şimdi bunun sebeplerinden biraz bahsedelim.

Bütün derslerimde mutlaka bahsederim, tarihte süper güç olarak tanımlanan 16 büyük Türk devletinin ortak noktasının ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Onları bu denli güçlü yapan, tarihe adlarını altın harflerle yazdıran ve hepsinin ortak noktası olan özellik nedir? Tabi ki Askeri ve Lojistik Teknolojisindeki üstünlükleri… En son, Osmanlı Devletinin duraklama dönemine kadar da benzer üstünlüğü görebiliyoruz. Ancak o noktadan sonra teknolojik üstünlüğümüzü koruyamamış ve maalesef Avrupa’ya kaptırmışız. O tarihlerden itibaren, Avrupa’nın engellenemez yükselişi nasıl oldu dersiniz? Bu sorunun tek kelimelik bir cevabı var: BİLİMLE.

Peki, dünyanın geri kalanında da bilim adamları vardı, neden onlar değil de özellikle Avrupa bilim alanında diğer herkesten daha fazla ilerledi? Bu sorunun cevabını da şu şekilde verebiliriz; Avrupa, ortaçağdan sonra, sürdürülebilir ve sürekli kendi kendini geliştiren Bilimsellik Felsefesini kabul etti. Şimdi gelin bu felsefeyi diğerlerinden ayıran ve üstün yapan şeylerden bazılarını maddeler halinde sıralayalım;

  1. “Yayınlanmamış bilimsel çalışma bitmiş sayılmaz” kabulü: Bu etik ile bütün bilim adamlarının, bilimsel çalışmalarını uygun bir formatta raporlaması, diğer bir deyişle makale olarak yayınlaması istenmektedir.
  2. “Yayınların ÖZGÜN olması” zorunluluğu: Hiç bir editör dergisinde özgün olmayan, yani bir yenilik içermeyen, bilime – topluma katkı sağlamayan makaleyi yayınlamak istemez. Dolayısıyla her makale bilim duvarına bir tuğla koyarak katkıda bulunmak zorundadır.
  3. “Literatür araştırması” zorunluluğu: her makalenin literatür araştırması bölümü vardır ve bu bölümde bilim adamları, aynı konuda çalışan diğer bilim adamlarının neler yaptıklarını, bilimi hangi noktaya getirdiklerini bilmek ve raporunda bunu belirtmek zorundadır. Literatür araştırması bölümü, bilim adamlarına başkalarının çalışmasını tekrarlamak yerine onların geldiği noktayı daha ileri seviyeye çıkaracak çalışmalar yapma imkânı verir. Makalelerin ilgili bölümlerinde, “Diğer bilim adamları konuyu bu noktaya getirdiler, biz de çalışmamızda bu konuya şu şekilde katkıda bulunduk” gibi ifadelerle yapılan çalışmanın kıyas ve değerlemesi yapılır. Bu bölümde diğer bilim adamlarının çalışmalarını anmaya da ATIF YAPMA diyoruz. Sizce bu “atıf yapma” önemli bir şey mi? Bakın bu küçük detay nelere yol açıyor.
  4. Çalışma yaptığınız konu her ne ise önce konuyla ilgili bir şeyler bilmek istersiniz. Bunun için araştırma yaparsınız. Bu araştırmaları da herkes hangi kaynaktan yararlanıyorsa siz de o kaynağa yönelerek yapmayı tercih edersiniz. İşte aynı şekilde, bilim adamları da bilimsel makale yazarken, konuyla ilgili en çok atıf alan makaleleri gözden geçirerek bilgi edinmeyi tercih ederler. Şu durumda “En çok atıf alan makaleler, topluma, bilime en fazla katkı sağlayan makalelerdir” diyebiliriz. Peki ama bir makalenin ne kadar atıf aldığını nereden bileceğiz?
  5. ATIF İNDEKSLERİ: İşte bu nokta, sürdürülebilirliğin sağlandığı noktadır. Avrupa’daki bilim camiasında bilim adamları bilimsel çalışmalarına devam ederken, birileri de onların yaptıkları ve ya çalışmalarına yapılan atıfları saymakta ve indekslemektedir. Bu işlem için başkaları mesai harcadığından bilim adamları kendi alanında en çok rağbet gören makaleleri kolaylıkla bulabilmektedirler. Sonuç olarak, makalelerdeki zorunlu literatür taraması kısmı atıf indekslerine bol miktarda malzeme sağlarken, atıf indeksleri de bilimsel çalışmaların giriş kapısı olan literatür araştırmasını kolaylaştırmaktadır.
  6. “Tekrarlanabilirlik İlkesi”: Bu ilke, makalede anlatılan bilimsel metodun açıklanmasını ifade eder. İzlenen metot veya deney prosedürü öyle açıklanmalıdır ki, dünyanın başka bir yerinde başka biri bilim adamı aynı deneyi yapabilmeli ve aynı sonuçları elde edebilmelidir.

İşte özellikle bu son maddede sınıfta kaldığımızı düşünüyorum. Çünkü bilim adamlarımız “Elde ettiğim know-how ı neden başkalarıyla paylaşayım” düşüncesiyle hayatlarında ve yayınlarında bilgi saklamayı tercih edebiliyorlar. Ticarileştirmeden önce bilgiyi bir miktar elde tutmayı anlayabilirim ama ticarileştirme gayesi olmadığı halde sadece bilgi veya patent sahibi olma tatmini için bilgi saklamayı bir türlü anlayamıyorum. Bu konu her açıldığında aklıma, eşeğiyle Ürgüp köylerine kütüphane hizmeti götürmek için uğraşan güzel insan Mustafa Güzelgöz amcamız gelir. Eşeğinin heybesine kitapları doldurup köy köy gezer, insanları kitap okumaya teşvik edermiş. Mustafa amcanın eşeğini düşünsenize heybesinde ne kadar çok bilgi taşıyor değil mi? Bana sorarsanız bilgiyi kendine saklayan, paylaşmaktan imtina eden bir bilim adamının Mustafa amcanın eşeği kadar bile topluma faydası yoktur. Böyle bilim adamlarının olduğu bir toplumda bilimin kümülatif olarak ilerlemesinin imkanı da yoktur. Bu tür toplumlarda bilginin ömrü, bilim adamlarının ömrü kadar olur fakat onun da kimseye faydası olmaz.

Konuyu toparlamak gerekirse, bilimsel yayınların bir şekli/formatı, kalitesi olmalıdır. Bilimsel yazım esaslarına uygun olarak yazılmış olmalıdır. Mesela, ağdalı cümlelerden kesinlikle kaçınılmalı, jargon kullanılmamalıdır. Einstein bilimsel yazım dili için şöyle diyor: “Eğer bilimsel makale yazmak için kolları sıvadıysanız nezaketi terziye bırakın”. Bilimsel makale, anlaşılmamak için değil okuyanın anlaması için yazılmalıdır. Bilimsel makale yazılmasının amacı, yapılan bilimsel çalışma ile üretilen bilgiyi bilim camiasıyla paylaşmak değil miydi? O halde elde edilen bilgiler, en sade, en kısa, en anlaşılır şekilde raporlanmalıdır. Böylece makale yalnızca akademisyenlerin değil, ilgilenmek isteyen herkesin faydalanabileceği bir kaynak haline gelir. Bu da üretilen bilginin ticarileşmesini kolaylaştırır ve sanayicimizin de faydalanabileceği şekle sokar.

Ancak, birçok yerli ve yabancı dergide hakemliğini yaptığım makalelerden edindiğim intibaa göre, bilim adamlarımız bilgiyi paylaşmaktan çekiniyorlar. Yazdıkları makalede bilgi eksikliği varsa bunu anlaşılmaz ve ağdalı cümlelerin arkasına saklamaya çalışıyorlar ve maalesef makaleyi neredeyse anlaşılması için değil, anlaşılmaması için yazıyorlar. Bu da, yazılan bilimsel yazıların, akademik birkaç puandan öteye gitmemesine neden oluyor. Üretildiği yerde kalan bilim… Ne yazık!

Sonuç olarak bu bilgiler ışığında, ülkemizde bilimsel makale yazma konusunda daha kat etmemiz gereken uzun bir yolumuz var. Önce felsefeyi anlamalı, ondan sonra sanayimizin kullanabileceği bilgiler üretmeli ve bunları toplumun bütün kesimlerinin anlayabilmesi için makalelere dönüştürmeliyiz. Toplum olarak bilim felsefesini anlayabilmemiz dileği ile.