İş Hayatımıza Işık Tutan Mühim Bir Yetenek “Duygusal Zeka”

19.03.2019 | Özge Soysal
gembaakademi.com

 

“İlim ilim bilmektir

İlim, kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır?”

Yunus Emre

Farkında olmak & kendini bilmek, işte bütünlüğümüzü sağlayan esas mesele bu… Hayatımızın neredeyse her alanındaki iyi ve kötü tüm gelişmeler bu eksen üzerinden kendini gösteriyor.

Soru: Nasıl olur da, zekâ düzeyi bu kadar yüksek birisi böylesi akıl dışı –bu kadar aptalca– bir şey yapabilmiştir?

Yanıt: Akademik zekânın, duygusal yaşamla pek ilgisi yoktur. Aramızdaki en zeki insanlar gem vuramadıkları tutkuların, söz geçiremedikleri dürtülerin esiri olabiliyor… (Daniel Goleman – Duygusal Zeka, Varlık Yayınları, 1996)

Özellikle psikologlar, neredeyse yüzyıldır zekanın tanımını yapmaya çalışıyorlar. Bundan 20 yıl öncesine kadar zeka denilince akla hemen hafıza, ilişkilendirme ve problem çözme gibi zihinsel süreçler gelirdi. Buna bağlı olarak zeka ölçümleri de bu bilişsel yetenek ve becerilerin değerlendirilmesine dayanıyordu.

Ancak yüksek zihinsel zekaya sahip, dolayısıyla, çabuk kavrayıp öğrenen, analiz etmede yetenekli pek çok kişinin gerek iş gerek sosyal yaşamlarında başarısız olduklarının gözlenmesi, buna karşılık ortalama zihinsel / bilişsel zekayla şaşırtıcı başarılar gösteren insanlara rastlanması, bu kavramın sorgulanmasına yol açtı.

Duygusal zeka kavramı çalışma hayatında hem kurum içerisinde hem de müşteri beklentilerini yerine getirmede, önemli bir performans kriteridir. Çünkü duygular kişinin harekete geçmesinde, iletişimde ve yardımlaşmada önemli bir işlev görmektedir. Duygusal zeka da duyguların yönetimiyle ilgili olduğu için, duygusal zekası yüksek olanların olumlu düşüncelerini yüksek performansa çevirdiğini ve olumsuz düşüncelerin etkisinden kurtularak performansını arttırdığını görüyoruz.

Duygusal zekanın çalışma hayatımızdaki önemi ne tür bir iş yaptığımızdan bağımsız olarak değerlendirilmelidir. İş yerindeki rolümüz ister IT, ister Finans, ister Üretim, isterse Pazarlama olsun mutlaka davranış modelimizi belirleyen bu yeteneğe ihtiyacımız var.

Burada 20. yüzyılın en etkin kişilerinden biri olan Eleanor Roosevelt’in

“Kendinizi yönetmek için kafanızı, başkalarını yönetmek için kalbinizi kullanın.” sözünü hatırlatmak isterim.

Liderlik, birilerine hükmetmek değil; insanları ortak bir amaç doğrultusunda birlikte çalışmaya ikna edebilmek olduğuna göre, iş ortamındaki kişilerin hissettikleriyle uyum içinde olmak, anlaşmazlıkları tırmandırmadan halledebilmek işimizi yaparken akış haline girebilmek gibi temel duygusal becerilerde ustalaşmanın, çok büyük yararını görebiliriz.

Kendimizle ve başkalarıyla başa çıkabilmeyi kolaylaştıran duygularımızı tanımamız, anlamamız ve etkin biçimde kullanabilme yeteneğimiz bizim duygusal zeka’mızdır.

Yani aslında başkalarının neyi istediklerini, neye ihtiyaç duyduklarını, güçlü ve zayıf yanlarını duyguları değerlendirerek anlayabilmek, stresle başa çıkabilmek ve insanların çevrelerinde görmek istedikleri gibi biri olmak için gerekli bir yetkinliktir.

Aklın başarıyla –nispeten- ilgisiz olduğu; örneğin duygusal olarak kendi kendimizi kontrol edebilmemiz ve empatinin, kesinlikle zihinsel yeteneklerden daha fazla göze çarpıyor olduğu artık aşikardır.

Duygusal yaşamlarını daha sakin ve kişisel farkındalıkla (iç dünyasında olup bitenin sürekli farkında olarak) idare edebilenler, kesin ve ölçülebilir bir sağlık ve başarı avantajına sahip görünürler.

Egolarımızı serbest bırakalım…

Ego baş belasıdır ve önemli bir tuzaktır. Egolarımızı serbest bırakırsak,

Hatalarımızı kabul eder ve yeni önerilere açık oluruz. Herkes tarafından kabul görmeyebiliriz evet, ancak ilkelerimizin arkasında durabiliriz. “Ben”lerle çevrili, “zaten…”, “ama…”, “fakat…” savunmalarının çıkmazında gezinmeyiz. İlişkilerimiz iş sonuçları almaya imkan verir.

Harvard ve New Hampshire Üniversitesi psikologlarından Salovey, Mayer ve Goleman çok çok uzun zamandır yaptıkları araştırmalar neticesinde “ Duygular akıllı kararlar için vazgeçilmezdir ve mantıklı olmak için gereklidir.” yargısına varmış ve zeka kavramına bambaşka bir boyut kazandırmışlardır.

Zekanın zihinsel olmayan boyutu, yaşamın her alanında yerini çoktan aldı.

Özellikle iş hayatında ve eğitim alanında hızla işlerlik kazanarak iş sonuçlarını etkileyen kişisel yetkinliklerin etkin bir bölümünü oluşturuyor.

Burada hayatımıza olan güncel yansımasından da biliriz ki; zihinsel zeka ile duygusal zeka birbirinin alternatifi değil tamamlayıcıdır. Yani akıllı olmak, o aklı yerinde kullanmayınca çok da bir anlam ifade etmez. Aklımızın duygularımızla uyum içinde yürümesinden söz ediyorum.

Harekete geçmek için;
Latince’de duygular, motus anima, “bizi harekete geçiren ruh” olarak adlandırılırmış.

Uzun yıllar ekonomistler teorilerini insanların mantıklarıyla kararlar verdikleri varsayımı üzerine kurmuşlardır. Oysa 2003 yılında ekonomi ve davranış konusundaki çalışmalarıyla Nobel Ödülüne layık görülen Stanford ve Princeton Üniversitesi profesörlerinden psikolog Daniel Kahneman bu inanışı temelden sarstı.

Kahneman’ın ve Tversky’ın (20. yy.’ın en önemli psikolog ve davranış bilimcilerinden) uzun yıllar sürdürdüğü araştırmalar,” insanların kendileriyle ilgili ekonomik kararlar verirken, geniş bir perspektif içinde planlı ve mantıklı bir biçimde değil, kısa dönemli yaşantısal ve duygusal durumlar sonucu seçimler yapmakta olduğunu göstermiştir.”

Bu durumda aslında akılcı olmayan ve pek çok durumda olumsuz sonuçlar doğuran kararların temelinde aşırı özgüven bulunduğunu görebiliriz.

Bütün bunlar, en akılcı kararlarda bile duyguların istisnasız önemli bir rolü olduğunu gösteriyor, yani duygular akılı kararlar alabilmek için vazgeçilmezdir.

Kahneman çoğu insanın, hatta çoğu profesyonelin özellikle belirsizliğin hakim olduğu durumlarda, birçok problemi çözerken alışkanlıklarına dayanarak, karar verdiğini, karalarının doğruluğuna ve sonuçlarına geri dönüp bakmadığını, o yüzden de tekrar tekrar yanlış kararlar verdiklerinin tespit etmiştir.

Bu da iş hayatında sürekli tekrarlanan hatalara neden olabilir.

Karar anında seçim yapabilmek konusunda duygular, insanoğlunun varoluşundan beri yol göstermeyi sürdürüyor. Ne var ki, akılla etkileşimini belli bir dengeye oturtamayan duygular hedef şaşırtıcı, acı verici, hatta yok edici olabiliyor. Ancak harekete geçmek için gerekli olan enerjiyi sağlayan duygular, akılla birleştiğinde yol gösterici, harekete geçirici bir işlevi yerine getiriyor.

Duygusal zeka’mız kendi kendimizi kontrol etme, farkındalığımız ve benzeri yetilerin temellerini öğrenme potansiyelimizi belirlerken, duygusal yeterliğimiz bu potansiyelin ne kadarını iş başında gösterdiğimiz becerilere aktaracak şekilde kullandığımızı gösterir.

Değişimi yakalayarak kendimizi yenilemek…

Kendi kariyerimizi yönlendirmek açısından da, yaptığımız iş hakkında beslediğimiz derin duyguların – ve işimizden daha fazla doyum sağlamak için hangi değişikliklerin gerekebileceğinin – farkında olmak önemlidir.

Mevlana’nın “Herkesin bakmadığı yönden bak dünyaya,” sözü, sanırım değişimin öncüsü olma fikrini çok güzel veriyor. Değişimin önünü açanlardan, değişimi benimseyip geliştirenlerden olmak kendini ve dünyayı yenilemeyi mümkün kılar.

Her türlü değişiklik bir uyum çabası gerektirir ve uyum sağlama duygusal zekanın temelidir.

Şu bir gerçek ki olduğumuz yerde kalmak, başımızı döndürürcesine değişen şu dünyada, en hızlı geri gitme şekli sayılıyor.

Kişinin çevresini, çevresinde olan bitenleri doğru okuyabilmesi ve değerlendirmesi yani gerçeği doğru değerlendirmesi, problem çözme becerisi ve duygu, düşünce & davranışlarımızı değişen durum ve koşullara uydurabilme yeteneği olan esneklik, uyum sağlama boyutunun öne çıkan becerileridir.

Çalışma yaşamında kişiye doyum, huzur ve mutluluk sağlar. Kurum açısından ise, verimli çalışmanın gereklerindendir.

Çalışanların duygusal zekası…

Psikolog ve yazar Prof. Dr. Acar BALTAŞ, son 3 yıldır yaptığı grup çalışmalarındaki katılımcılara “Potansiyelinizin ne kadarını iş hayatına yansıtıyorsunuz?” sorusunu yöneltmiş, cevapların ortalamasının %45-49 arasında kaldığını çoğunlukla %50’nin üzerine çıkmadığını saptamıştır.

Peki, işimize nasıl yaklaşıyoruz? İşimize, ilişkilerimize ne kadar zaman ve enerji harcıyoruz? Olumlu enerji yayarak ve iç huzurumuzu koruyarak kendimizi geliştirmeye, işi geliştirmeye çaba harcıyor ve imkan yaratıyor muyuz? Almaya olduğu kadar vermeye de hazır mıyız?

İşte bu tür sorulara cevap arayan araştırmalar, duygusal zeka seviyesinin, özellikle batı kültürlerinde ve yüksek ekonomik düzeylerde çöküş içinde olduğunu gösteriyor.

Amerika’da Haygroup tarafından yapılan bir araştırmaya göre:

  • İnsanların yüzde 50’sinden fazlası, işini öğrenmek ve geliştirmek konusunda motivasyon eksikliği çekmektedir.
  • 10 kişiden 4’ü iş arkadaşlarıyla birlikte çalışma becerisine sahip değildir.
  • Liderlik eğitimlerine harcanan milyarlarca doların getirisi beklenenden oldukça düşüktür.
  • Değişim girişimlerinin yüzde 70’inde, insanların liderlik yeteneği, insiyatif alma, ekip çalışması, değişime ayak uydurabilme gibi çeşitli yetkinliklerdeki yetersizlikler yüzünden, beklenen sonuçlar elde edilememektedir.

Geçmişte işletmeler, müşteriler ve pazar payı konusunda rekabet ederdi. Şimdi ise, en iyi çalışanları bulmak konusunda rekabet ediyorlar.

Kurum kültürüne & iş performansına uygun çalışanları bünyesine alabilen ve üzerine düşenden fazlasını yapmaları konusunda onları cesaretlendiren bir işletme, yalnızca profesyonel anlamda değil, duygusal anlamda da yetkin görülür.

İş ve sosyal hayatımızda bize her zaman kazandıracak olan duygusal zeka, kişinin hem kendisinde hem de başkalarındaki duyguları algılayabilmesi, ayırt etmesi ve yönetmesi, iş başarısı için gereken duygusal ve toplumsal yetkinlikleri kazanması ve hayata geçirmesi için bir temel oluşturuyor.

Neyse ki bu bazı özelliklerin pekiştirilmesiyle gelişebilen ve her yaşta geliştirilebilecek bir niteliktir.

Bunu yaparken öncelikle beden dilimizi tanımalıyız, kontrol etmeliyiz ve başkalarının beden diline duyarlı olmalıyız. İkinci olarak empati becerimizi geliştirmeliyiz. Kendi ihtiyaçlarımızdan yola çıkarak empatinin ilişkilerimizi besleyen önemli bir yol olduğunu görebiliriz. Yine hoşgörü, değişen koşullar ve farklı bakış açılarına uyum göstermek hayatımızı kolaylaştıracaktır. Başkalarından geri bildirim isteyin, gelen geribildirimi değerlendirin ve kendinize ders çıkarın. Düşüncelerinizi daha açık yansıtın ve kendinize karşı daha dürüst olun. Ayrıca ilişkilerimizde ortaya koyduğumuz tavırlarda bireysel amaçlarımızla toplumsal amaçlar arasındaki uyuma özen gösterelim.

Yani aslında kişinin topluma kazandırdıklarıyla, toplumda edineceği yeri kendi belirlediğini düşünüyorum.

Ayrıca günümüzde her ne kadar yüz yüze iletişim azalsa ve pek çok konuda bireysel çözümler sunulsa da ekip çalışmasının verimliliğine ihtiyaç duyulmaktadır. Birlikte çalışmayı birlikte yaşamayı besleyen sinerjik olabilme niteliği ile buna hız kazandırabiliriz. Buradaki uzlaşmaya dayalı sinerjik ilişki kuşkusuz yaşamımıza anlam katacaktır.

Konusunda bilgili olmak pek tabii ki kişiye belirli bir avantaj sağlar; ancak sadece buna sahip olmak başarılı olmak için yeterli değildir. Bence kişisel farkındalık, yıkıcı duyguları denetleme ve empati gibi duygusal zeka nitelikleri işyerlerinde zorunlu olmalıdır. İstihdam ve terfilerde, özellikle de liderlikte şart koşulmalıdır. Duygusal zeka IQ kadar yaygınlaşıp insani niteliklerin bir ölçütü olarak topluma kök salacak olursa, ailelerimizin, okulların, işyerlerinin ve toplulukların da çok daha insancıl ve bireyi geliştiren ortamlar haline geleceğine inanıyorum.

İnsan, yüreğiyle aklının kesiştiği yerde varlık gösterir.